Sadece Sen
Uzun zamandır izliyordum seni. Aynı kafeye geliyorduk. Kendinden emin halin, uzun kıvırcık saçların, beyaz tenin, o ten ile uyumlu yeşil gözlerin, bir yay gibi kıvrılan ve Tanrı'nın tasarım mucilerinden biri olan vücudun ile beni benden alıyordun. Salı sabahıydı. Kalabalıklardan hoşlanan biri değilimdir. Huzur içerisinde, milletin gürültüsü ve koşuşturmacası olmadan kahvaltı etmeyi, o sessizliğin içinde çayımı yudumlamayı tercih ederim. Kafeye geldim. Onanın müdavimi olmuş emekli bir amca dışında kimse yoktu. O da Sözcü gazetesine yumulmuştu. Amcanın radarına girmemeye özen göstererek içeri girdim. Ama, ne gam! Amca, beni fark etti. Arkamdan bir iki cümle etti. Sohbete davettir bu. Daveti kabul etmedim. Bu davetin, masum başlayan ama hayatımın en ince ayrıntılarına kadar inen, bana öğütler veren ve sonra da kendi yaşamındaki acıları paylaşan bunaltıcı bir sürecin başlangıcı olduğunu biliyordum. İşim olmaz. Duymazdan geldim. Amca bozuldu. Ben ise iki poğaça, bir zeytinli açma ve demli çay söyledim. Büyük bardakta olsun, diye de ekledim. Mayıs ayıydı, kediler mutluydu, kuşlar şarkı söylüyordu ve ben, elinde Sözcü gazetesi ile sinire kesmiş amcaya aldırmadan dışarıdaki masalardan birine iliştim. Sigaramı yaktım. "Sigara sağlığı zararlıdır, evladım". Umursamadım. Kadıköy'den aldığım çizgi romanı çıkarttım çantamdan. Sıcacık poğaçalar ve açmam geldi. Çayıma limon da eklemişler. Sevilen müşteriyimdir. Her ne kadar konuşmasam da, insanlar garip bir şekilde beni severler. Etraflarında olmam onlara garip bir huzur verir. Amca da, iki cıkcıkladıktan sonra, bana bakmaktan vazgeçti ve gazetesine geri döndü. Sabahın sessizliği güzeldi. Mayıs günü ancak bu kadar güzel başlayabilirdi, diye düşünürken sen geldin. Mini bir etek giymiştin. Bazı kadınlar vardır hani; ne giyerlerse giysinler güzel taşırlar. Sen de öylesin. Gözlerimi senden alamadım. Takıntılı ve kırgın amcayı geçerek içeri süzüldün, amcanın sana attığı lafı duymadın ve... inanamıyorum... masamın karşısına oturdun.
Göz göze bakıyorduk. "Merhaba, n'aber" deyip bu ilahi süreci kendi dobranlığım ile sonlandırmak da bir seçenekti. Zira, bir takım şeyleri uzaktan yaşamayı, hayal olarak sürdürmeyi seven bir insan evladıyım. Bana her ne kadar insan denilebilirse tabii ki. Bu iki-üç saniye süren sessizliği ilk bozan sen oldun. "Neden beni izliyorsun?" dedin. Böyle durumlarda kendini savunmak kaybetmektir. Saldırganlık veya açık sözlü olmak ise ilginç sonuçlar doğurabilir. Ben ise hiçbir şeyi olmayan, her şeyi kaybetmiş bir adamın rahatlığına sahip olmalıydım. Hedefe iki torpido sallayıp, sonuçlar ne olacak ona göre hareket etmeliydim. Ama, mantık süzgecimden geçmeyen, tamamen kontrolüm dışında şu cümle kaçtı ağzımdan: "Seni çıplak hayal ediyorum hep".
Her şeyi duyma yeteneğine sahip amca gazetesine iyice gömülmüştü. Kuşların sesi kesilmiş, zaman bir şekilde durmuş, gözlerimiz kilitlenmişti. Zamanın durmadığını, çirkin ayaklı ve kilolu (bbw desem, o kadar şirin değil) kafe sahibesi sana çayını ve poğaçanı getirdiğinde anladım. Kadın, fotoğraf zoraki karesine giren birinin umarsızlığı ile "Başka isteğiniz var mı?" sorusunu sorup, cevabını beklemeden içeriye gitti.
"Evet", dedin, "beni çıplak nasıl hayal ediyorsun?". Şaka mı bu, benimle dalga mı geçiyor, diye düşünmedim. Ona doğru eğildim, gözlerim gözlerimdeydi, sanırım torpido gemiye isabet etti, diye düşünerek, "Güçlü kollarımın arasında" dedim. Ve ellerini ellerime aldım. Sıkıyordum. Kaçıramadı. Oyun, oyun olmaktan çıkmıştı. Dışarıdan birisi bizi görse, o anın fotoğrafını çekse şöyle bir kare ortaya çıkardı: dumanı üzerinde poğaçalar, o anın şidddeti ile masanın köşesine doğru itilmiş çay bardakları, karşısındaki kadının ellerini acıtırcasına tutan bir adam, ama o adamdan rahatsız olmayan bir kadın (bacak bacak üzerine atmış, vücudu adama doğru eğilmiş) ve gazetesine gömülmüş, aman ben bulaşmayayım prensibini genlerine işlemiş ve kuşaktan kuşağa aktaran andropoz amca.
Gözünden yaş geliyordu neredeyse, ama gözlerini gözlerimden kaçırmadın. Güçlüsün, dedin. Çok güçlüsün. Kollarında olmak istiyorum. Üçüncü sınıf bir seks hikayesi mi bu, diye düşünmeden edemiyor insan. Hemen eve gidip soyunan, sevişen, her türlü posizyonu deneyen iki insan. Şöyle yaptım, böyle bağırdı, on posta gittim, vs. Öyle olmadı. Ellerini çekmek istedi, ama bırakmadım. Artık acıyordu, acıya dayanamıyordu. Bıraktım. Ellerini ovuşturdun. Çayına uzandın. Garip bir koku vardı. Arzunun, tutkunun kokusu. Telefonun çalmaya başladı. Sabahın yedi otuzunda kim arardı ki? Aldım ve kapattım. Bir şey demedin.
Bir süre daha oturup, kalktık. İşe gitmeyelim bugün, diyecektim ama demedim. Şirketlerin olduğu bina ve iş hanlarını birbirine bağlayan bahçeler ve otoparklar boyunca, bizlere garip garip bakan güvenlik görevlilerine, sağımızdan solumuzdan geçen endişeli "acaba park edecek yer bulabilir miyim?" insancıklarına aldırmadan yürüdük. Koluma girdin. Tırnaklarını geçirdin. Etimi yakmak istiyorduk. Durduk. Kuytu bir yerdi. Kameralardan, yavaş yavaş işe gelen kalabalıktan, arabalardan, kedilerden, modern yaşamın her türlü koşuşturmasından uzaktaydık. Kolumu sıyırarak ısırdın ve dilinin tenimde dolaştığını hissettim. Sana sarıldım. Sımsıkı tuttum. Çantanda çalan telefonunun sesi geliyordu. Bir şey demedin. Telaşın en ufak izi yoktu yüzünde. Önce, çırpındın. Ufak tefek bir kadın değildin. Direndin, ama kollarımdan kurtulamadın. "Seni istiyorum", dedin. Fısıldadın. Boynunu kokladım. Gül gibi kokuyordun. Kusursuz bir kadının ten kokusu kadar etkileyici bir şey yoktur. Hayır! Parfümden bahsetmiyorum. O tenin ürettiği arzunun kokusu... Sizi tahrik eden, tüm benliğiniz ile o kadına ait hissettiren, sizi şeytana uyduran o sihirli kokudan bahsediyorum... Kimyanın uyuşması, tutkunun simyası...Seni kucaklayıp kaldırdım. Ellerim bacaklarındaydı. Bana sarıldın... Sahibim ol, dedin. Seni sımsıkı sardım. Biraz daha sıksam nefesin kesilecek, kemiklerin kırılacak, iç organların yandan pörtleyip çıkacaktı sanırım... Sevdiğiniz, hayranlık duyduğunuz bir insanı o şekilde düşünün... Organları ve kemikleri çıkmış, az önce yediği poğaça ve içtiği çay karışımı bağırsaklarından akıyor...
Seni bıraktım. Üzerini düzelttin. Geldin yanıma. "Seni istiyorum", dedin. Telefonun çalıyordu. Çantandan çıkarttın ve yüzüme bakarak kapattın. İlk raundun bitiş ziliydi sanki. Döndün arkanı ve gittin. Arkandan baktım. Her zaman baktığım gibi; beğenerek, arzulayarak, utanmazca, arsızca ve az önce yaşananların bir hayal mi yoksa gerçek mi olduğuna aldırmadan.
Bu tür olayların çakma kahramanları gibi sigaramı çıkartıp içmedim. Sigara kullanmam. Ofise doğru yürümeye başladım...
mobby
"Sığınak çukurlarında melek bulunmaz" (Bukowski)
"Yaşam neden hep gariplikler ile doludur ki?"
Birden aklıma gelen bir soru. Yanıtlamayacak kadar bitkindim. Haziran ayının ortasında halen Kasım ayı ısrarını sürdüren Doğa Ana'yı, anlaşılması zor, yeryüzündeki tüm yaşamı yok eden biz insan ırkıyla dalga geçtiğini düşünüyordum... Cezalandırmaktan bahsetmiyorum. Bir Haziran ayı klasiğidir: işe kısa kollu ile gidersin ve... donarsın. Bundan daha güzel bir şaka olabilir mi? Olur! Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, öğle yemeğinden ıslanarak dönmeye çalışan beyaz yakalılar, tıknanan trafik (trafik sıkışıklığı ile yağmur arasında garip bir korelasyon var) ve deli gibi öten kuşlar.
Salı günleri özeldir... Yağmurdan sonra dışarı çıktım. Güneş, garip bir şekilde açmıştı. "16:30 olmuş, bundan sonra çalışılmaz", deyip, patron kişisinin de tatilde olmasını fırsat bilerek tam çıkışa yöneliyordum ki, seni gördüm. Saçların ıslaktı. Bir ağacın altında, sana bir türlü çarpmayan yıldırıma küfürler yağdırarak sigaranı içiyordun. Sigara sağlığa zararlıdır, diyerek yaklaşıp, yavşakça güldükten sonra, o kızın benim hakkımda düşündüğü tüm olumlu şeylerin içine etmek, karizmayı resetlemek, "immortal bir otuzbirci" olarak bu kadını hayallerimde yaşatmak gibi bir seçeneğim vardı. Gayet de akıllıca bir seçim aslında. Benim gibi bir sosyopatsanız yaşamınıza bir başkasını sokmak, hem sizin, hem de onun açısından pek iyi olmuyor. Uzaktan sevmek ve --benim durumumda-- beğenmek daha güzel ve güvenli oluyor (tescilli manyaklar beni çok iyi anlamışlardır).
Yanına geldim. En yavşak halimi takınmaya çalıştım. Sigarandan derin bir soluk daha çektin, bekledin yaklaşmamı ve... suratıma doğru üfledin. Seni yakaladım boğazından. Bir elim de belindeydi. Artık öğrenmiştin: benden kaçmaya çalışmanın bir faydası yoktu. Sigarayı tutan elini ağzına götürdüm; bir nefes aldın; ve dudaklarından çıkan dumanı, dudaklarım ile içime çektim. Sanki tüm ruhunu emiyordum. Kalp atışlarının hızlandığını hissettim. Boynun, kırabileceğim kadar zarif ve güzeldi. Canın benim ellerimdeydi. Ben ise, etinle değil, mentollü sigaranın dumanına karışıp ciğerlerime doğru inen ruhunla ilgileniyordum.
Ve yine o baştan çıkartan koku... Seksin, arzulamanın kokusu... Kedi gibi olduğunu düşündüm, çok komik geldi, ama gülmedim...
Bir kadının kendisini tamamen teslim ettiği anlar vardır. Bedenini ve ruhunu erkeğinin, sahibinin, ellerine bırakırlar. Sen de bana kendini bırakmıştın. Bizim dışımızdaki hiçbir şey umurumuzda değildi. Az öteki ofise bizi telefonları ile kameraya çekenler, bir saat içinde Youtube'da fenomen olmak, işten atılmak, vs. Umursamıyorduk. Boğazını bıraktım. Elinden sıkıca tutarak seni çektim. Soru sormadın. "Ama çantamı almam lazım", demedin. Gideceğimiz yerde kimliğin, kim olduğun, geçmişin, babanın ne kadar çok seni sevdiği, bir zamanlar senin de bebek olduğun, vs. önemli değildi.
O güzel başını öne eğdin. Bir kız çocuğu gibi takip ediyordun beni. İş yerinin hemen çevresinde ev tutma konusundaki becerimi ve ısrarımı hep taktir etmişimdir. O ana kadar işe yaramayan bu taktik, o gün yardımıma koşmuştu. İstanbul'da, eviniz ile işiniz arasındaki mesafe, birilerine muhtaç kalma oranınızı da arttırıyor. Ya trafikte tıkanıp kalıyorsunuz, ya da yağmurda eriyen şekerden yapılma taksilerin şöförlerinin insafına. Bu olayı yaşadıktan sonra, "orada trafik var abi" diyen taksicilerden sonra, kadınını alıp minibüse bindirip, üç araç değiştirerek evine gitmek de karizmayı sıfırlar. O yüzden, evin yakında, yürüme mesafesinde olması güzeldir.
Eve geldik. Kapıyı açıp içeriye girdim. Sen bekliyordun. Gözlerinin içine baktım. Korkarak adım attın. Evin içine bakındın. Seni baş aşağı asacağım zincirleri bekliyordun belki de. İçeriye girdin ve kapıyı usulca kapattın. Gözlerimin içine bakmadan, "Bana sahip olmanı istiyorum", dedin. Evin loş atmosferi içinde seni salona getirdim. Az eşyalı evleri severim. Ev dediğin, gerektiğinde bir saat içinde toplanarak çıkabileceğin bir mekan olmalı. Bağlanmamalısın. Bir koltuk, müzik sistemi, üçlü kanepe, ortada üzerinde çeşitli kitap ve mumların olduğu eski bir kahve masası, iki lamba ve boş bir sokağın tasvir edildiği bir pano.
Benim bir şey dememe gerek yoktu. Soyundun. "Beni hep çıplak hayal ediyordun... Artık, hayal etmene gerek kalmadı", demedin. Sessizdin. Güzel yüzünden aşağıya doğru baktım. İncecik bir boyun, geniş ama biraz düşük omuzlar, halen dik duran uçları pembe orta büyüklükteki göğüsler, düz bir karın, uzun bacaklar ve bacakların buluştuğu yerde tertemiz kadınlığın vardı. Arkanı dön, dedim. Kendi etrafında nazikçe döndün ve domaldın. Kalçanı referans alarak, uzun bacakları ve üçlü koltuğun köşesine doğru eğilmiş vücudun arasındaki açı 40 derece vardı sanırım. Dikkatlice baktım. Çoktan ıslanmıştın. Kadınlığından gelen sıvı, bacaklarının arasına akıyordu. Arka deliğin de incecik ve temizdi.
Elime mezura aldım. Vücudunun ölçülerini kaydettim. Dik dur şimdi, dedim. Biraz isteksizce kalktı. Beni yakalamaya kalktı, ama izin vermedim. Elini sert bir şekilde tuttum. Sıktım. Yine gözlerinden yaşlar geliyordu. Yüzü kırmızı olmuştu. Bıraktım. Özür dilerim, efendim, deyip dik durdu. Bir canlıyı eğitmenin en güzel yolu, ona, ödülünü istediği zaman alamayacağını öğretmektir. Bacaklarının, belinin, göğüs bölgesinin ve boynunun da ölçülerini aldım.
Dinle beni, dedim. Kuralları ve ne zaman buluşacağımızı daha sonra söyleyeceğim. Şimdi burayı terk et. Olur, dedi sessizce. Onu yakaladım. Kollarımın arasındaydı. Ben izin vermeden de konuşmayacaksın. Başını salladı. Bıraktım. Tam giyiniyordu ki, burada değil, dışarıda, evin dışında giyin, dedim. Eşyalarını topladı. Kapıyı açtı, komşunun onu görebileceğine aldırmadan yavaşça giyindi.
Fırsat bırakmadan kapıyı yüzüne kapattım... Biraz bekledi ve gitti...
mobby
"Sığınak çukurlarında melek bulunmaz" (Bukowski)
- 44 Forumlar
- 5,453 Konular
- 75.2 K Gönderiler
- 0 Çevrimiçi
- 9,000 Üyeler